Ekim 19, 2009

Dağıstan Çetinkaya ; Çizgi Rüya

Üniversite yıllarımda ,tavsiye yada ilgi çekici bulduğum köşe yazıları nedeniyle elimin altında ki Zaman gazetesinde tandım diyebilrim Dağıstan Beyi.Çizgisi benim fakir yazılarımla anlatılacak kadar hafif değildi ama ,anlatmaya hacet değil bakılınca yanaklarda küçük bir kıpırdama ,gözlerde bir ışıldı,çobanca bir haykırışla 'vay anasını'dedirten çizimleri ,bıraktığı izlerle hayata, anlamaya çalışmalı zaten.



Sürrealist kavramına yakışan bir çizimdir Çetinkaya'nın çizimleri.Karşınıza sadece gazete köşesinde değil ,çocuk kitaplarında çıkar.Çocukca hayelleri ,aşılması zor duvarları,alatması hiç de kolay olmayan tavırları,bir çıpıda belki de ,sayfalar dolusu değilde ,tek bir sayfayla haykırıverir Dağıstan Çetinkaya.



Geçmiş dönemin ,filozofluğu şairlerin mısralarında edebiyat başka bir halmiştır elbet,bu tartışılmaz ve edebiyatta en kavisli yol belki şiir sanatıyken ,tek mısrada binler kelime saklamak misali- karikatürde artık bi edebiyat dalından mı sayılmalı yoksa -tek çizgide buldurduğu hayatları sebebiyle.Onun çizimleri bakarken insan kendinden birşeyler bulma gafletinde değildir aslından,toplumdan sana düşen çuvaldızdır.Kendini buldurmaz çizimlerinde ayna tuttuğu toplumu,bir bedende ,bir kafada nasıl toplanılabileceğini gösterir.

Dağıstan Abimizi seviyoruz ve başarılı çizimleriyle devamlı-sağlıklı bir hayat dileği ile ,i-gubee blog.




Dip Not ; (Biyografisi)

1970 yılında Kırıkkale'de doğdu. [B]Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi[/B] [B]Grafik Bölümü'nü[/B] 1998 yılında bitirdi. 1993 yılında Karikatür ve Mizah Müzesi'nde ilk kişisel sergisini açtı. Daha sonra bunu diğer kişisel sergileri izledi. 1990, 1993 ve 2002 yıllarında uluslararası karikatür yarışmalarında ödüller aldı. [B]Gırgır, Cıngar, Hıbır, Ustura[/B] gibi mizah dergilerinde; İzlenim, Aksiyon, Zaman, Yeni Asya, DMG Magazines ve Hürriyet gibi basın organlarında karikatür ve illüstrasyonlar yayımladı, grafik tasarımlar yaptı. Hâlen Zaman Arkadaşım Dergisi'nde çizgi editörlüğünü sürdüren Çetinkaya, Yorum sayfalarındaki Kral ve Soytarı çizgibantları ve illüstrasyonlarıyla okuruna ulaşıyor. Yayınlanmış kitapları arasında, çizgi bantlardan oluşan Nurcan (Timaş-2000), özel proje kataloğu Bibeslokiz (2000), [B]Bilmiyorum[/B] başlığı altında topladığı illüstrasyon albümü (Zaman Kitap-2003), Böcekistan (Saklambaç-2005) ve Kral ve Soytarı albümü kitabı bulunmaktadır. Çetinkaya'nın çizgileriyle katıldığı kitaplardan bazıları ise şunlardır: Ormandaki Bisiklet (BKY-2000), Miyop Gergedan (BKY-2000), Siyah Benekli Elma (BKY-2002) Nasreddin Hoca Hikâyeleri (YKY-2003), La Fontaine Masalları (YKY-2003), Her Güne Bir Oyun (YKY-2004), Çocuk Penceremde Kuşlar (Zafer-2004), Yıldızlı Atlas (Saklambaç-2005), Hoca Nasreddin Gibi Ağlayan (Zafer-2005), Arkadaşım'ın Bir Kedisi Vardı (Zafer-2005).

Ekim 05, 2009

Cennete İnat...

ağır adımlarım ve tutuk nefesim...

hayatım akarken bir yöne, inada binmiş irademim çelmelerine astım pelerinimi ve bir süreç için zamanlarımı intihar ediyordum,oysa dün ağlarken gidişine,bu gün yanılsama ve biraz da travmada eşlik ediyor bana.boğuluyorum karanlığımda ,yamaçlarında sevdiğin papatyaların kokusunu ,çürümüş tenime yaslıyorum ,göğsümden hızla yayılırken gülüşlerin.

Cennete inat zina ederken cehennemle ,son dal demimi çekiyorum dumanımın.

Karabasan hülyalarda kabus olurken içtenliğin ,bir gedik bırakırken şairin kaleminde ,yazılara küsüyorum o an işte ,o an işte bir kez daha diriliyorum rıhtımında ... bir kez daha varıyorum dalgalarına sığlardan alır diye.Vurup kayalara ,rüzgarını çarpıyorsun yüzüme .

''sevişirken ölümle kalpler ...''

kaldırımlarda yandı artık ,akşam fenerleri ve bitişine bir nefes , sigarada ... uzun bir toz bulutu kalmış zaten enkazından ,dağılıpta içerlersem eğer dahada basmadan gece , bırakacağım bir mum alevi , kasırgana.

şehrin azizleri arkamda ,günahkar adımlarla kaldılar...

ve ben bir elimde şemsiyem ,dizlerime kadar tuzlu suda duygularımı atarken çöp yığınlarına ,sen 'öylesine bir hatadır sevmek' diyeceksin yine.Oysa hiç sevememişken başkasını ,baktığın aynadan. Ben tek boyutta zamana söveceğim ,dünümün gölgesinde geleceğim arefesi yaşayacağim belki ... umurunda olmayan bir yanının netliğini bekleyeceğim.

bir elvada bile demeden ....

Eylül 27, 2009

Cenneteki Fahişeye

Bir umudun kırık kanadında, varolmuş heyecanın buruk tebessümünde gizlidir, yaşamak!

Ölmüş bir toprağı koklamak ya da onsuz varolmak...
Kabul edilesi bir mekanın fahişe kimliği altında, sahte kanatlarıyla uçmak...

Evet...
Ölümünün kaybedildiği yıllara nazaran, geçmiş bir yosma düzenin üzerinde, uyuyakalmak...

Düşünüyorum...
Düşüyorum onun kanatlarının gölgesinde...
Bir fahişenin ayaklar altına alınan onurundaki, cesaret hürriyetine...
Bakıyorum, bakakalıyorum yoksunluğumda...
Bir umudun dirilişindeki o gülümseyen, hep masum kalan yarınlarına...
Yaşamak adına söylenen ve her cümlenin altında konaklayan, milyonlarca ölü çocuğa...
Farklı bir tat için hep kimliğinin gizlediği o korkunç anlarına...

Cennetteki Fahişe

Doğumun, aslında annenin feryadındaki gizli kalmış mutlu yanları gibiydi...
Ve yine o feryatta gizlenen acı geleceğin ile ilgili...
O annenin gülüşündeki gözlerin gibi...
Attığın her adımın, bir sonraki günahın arifesinde saklandığını bile, bile...
Ve göz göre, göre umursamadan yaşamaya devam etmen...
Hepsi hataydı...
Önceden, ölmeliydin sen!

Hiçbir gülüşün gerçek değildi, yaşadığın kimliğin arkasında...
Her günahın bir ağır yaraydı çocukluğunun el tecavüzünde...
Küsmüş yanlarındı, hayata acımasız bakan avuçların...
Bir tokattı sonra...
Sille gibi indi hayatın ortasındaki, sana...
Ben...
Alıç ağacıydım...
Ortada...

Ömrünü sırt üstü kazanmanın hesabında gizledin...
Yüz üstü her darbe, sana küstü...
Hesapsız geçen her an...
Senin içinde büyüttüğün o kabuksuz yarandı!
İşte...
Nefes almaya mecbur olduğun bu şehrin vekaletinde...
Sen...
Yaşamaya mecburdun...
Akmaya mecburdun damarlarımda...
Susuz kaldığımda, ağlayan bir yanın olmalıydı mutlaka...
Pınarlarını, boşaltmam lazımdı...
Yaşamam için, o gözler kimsesiz kalan dudaklarım için ağlamazdı...

Günahkardın sen...
Ve yalandın...
Kaldırımlar yatağındı... Sokaklar kapın...
Girişler hep açıktı, günahlar boylu boyunca...
Ağırdı yükün...
Günahların vebaydı...

Ölümün...
Yaklaştıkça...
Korkan, senin o cehennem ateşine susayan şeytanındı...
Sen... İçindeki şeytanın aksine...
Bir ipin ucunda, boynunda ağırlığıyla sallanandın...
Elimden bir kere tutman...
Ve beni karanlığın içinden söküp alman...
Seni o cehennemden uzaklaştırandı...
Sevabındı...
Tek bir cümleydim amel defterinde...
Tek bir mükafattım, cehenneminin aksine...

İşte...
Sen...
Bu yüzden bir fahişe onurunun altında yatan, yetimdin...
Şehrin susamış günahlarında kimsesiz bir piçtin...

İşte...
Ben...
Bu yüzden bir fahişenin sevabına ortak olduğum için, bendim!
Yosun tutmuş kalbinin en derinlerindeydim...

Ölümün...
Soğuk bir nefes alışımda son buldu...
Sen, tüm günahların için cehennemi koklarken...
Tüm bedelini verdikten sonra, cezanın...
Cennet senin hakkın olacak, benim yalnızlığım...

Cennetteki fahişe...
Tek bir sevabın mükafatı..
Tüm ömrünün günahlarına bedel olacak...
Biliyorum...
Zaman senin kötü adımlarının aksine akacak..
Annen, her daim senin için kanayacak...
Doğumunun aksine, yüzünde hep bir acı hakim olacak...
Senin kayboluşun, ölümün kokusu...
Umursanmayacak...
Sokakların onursuz adımları sadece seni arayacak...
Kokun genizlerde yanarken...
Sen cehennemin tadında kavrulacaksın...
Hak ettiğine, elbet ulaşacaksın...
Dualarım seninle...
Kurtardığın geleceğimin şefkatinde...
Elbet, cennet kapılarını açacak sana...
Tüm günahlarının aksine...

alıntıdır.

Eylül 19, 2009

Hangi yeteneğim keşfedilmeyi bekliyor ?

Hergün msn hazretlerini açınca onla beraber açılan küçük pencere...

Hergün bir test var ve özenle belirtmişler 'bilimsel değeri yoktur' diye. Bu gece bende denedim işte bir testi sorulara verilen cevaplar ,cartlar curtlar derken sonuç çıkageldi karşıma.

Ben bekliyorum tabi,garip meslekler,konserve kutucusu,uzaya gönderilecek bir kobay,yada avrupada kebabcı.(Gülme Krizi)

Sonucu print-screen tuşuna bırakıyorum. Keşfedemeyenler utansın,diyerek Ramazan Bayramınızıda kutlarım.

Bir Fark Olacak...

En günahkar ay bu ay,içimden bir sızı gibi hiç bitmeyen girdapta,kaybolmaya aşık...

En sevimsiz gün bugün,adı yok ,diğerleri gibi...bugün sadece dün gibi. Gecenin karanlığıda sade öyle kasvetli işte,ve sade bir ermişlikte ılıkça içimize akması.Zaten tüm renklerde donuk...

En riyakar aşk da bu aşk.Bırakıp gidemedi de ,sanırım biraz bana ,azıcık da sana tutsak.


Yalın ayakların, gıcırtılı,güvelenmiş tahtalarla sevişmesi sabahlara kadar uzanan ...ve o sabah da dün kü sabahla aynı.

İşte bu yüzden sevgili,hesapladım ,yoğurdum,düşündüm...ne yaparsan yap hep aynıydı.Hep aynıydı bu farklılık.İçine düşüp boğulan,bakmaktan yorulan bendim. Bendim aslında hep aynı olan,aynı kalan, sevgim di aslında ne katlanan ne de azalan...

Beni tanıdığın gibi gömecekler sevgili,bekliyorum o anı ,işte o sıra bir fark olacak..



kasvet bu denli...
ve ilhamlar şiire susamış.
sönmüş yıldızlar birer birer bu akşam.

aşk bu denli ,sevgili
ve mahrem.
utangaç tahriplerin,tufansı kasırgaları
uçurtmasız,çocuk elleri gibi
ve hezeyan
hezeyan da bu denli...

derinden bir duanın mısraları bu
anlam kat sevgili,
anlamsızlığa bu denli...

Eylül 03, 2009

ÜŞÜMEK

Biraz ötedeki bir ışığın aydınlattığı karanlık sayılabilecek bir odada üşüten bakışlar fırlatıyordu, bir zamanlar taptığı kadına. Dışarda uğuldayarak evin pencerelerine çarpan rüzgardan daha çok üşütüyordu bu bakışlar.
Kadın, üzerine bir hırka almak için doğruldu ve bir fincan sıcak çay. Belki ısınırım diye düşünüyordu,"dışım içimden gelir, içim ısınırsa dışımda ısınır". Öyle olmasını diledi. Oysa uzun zamandır üşüyordu bu evde... Gitti en kalın hırkasını giydi ve bir fincan çayla döndü odaya, adama bakmamaya özen göstererek.
Her güne günlük umutlarla uyandığını biliyordu. Bugün de tüketmişti sabahki umudunu."Geri dönmemeliydim" diye geçiriyordu içinden, oldukça içinden. Son günlerde bunu sıkça düşünür olmuştu, gittiğinde mutluydu,'neden'siz bir hayatı seçmişti, şimdi yine boğuşuyordu o kemirgen soruyla. Hayatın kıskacına kendini yeniden asmanın ne anlamı vardı?Hiç özlememişti gittiğini sandığında, geldiğini sandığında hiç mutlu olmamıştı.
İçinde tek kırıntı götürmemişti giderken, geride de bırakmamıştı. Ama elinden tutup götürdüğü vardı bir tek. Her şey onun içindi.(!)
Geleli epey olmasına rağmen hala ısınamamıştı, sanki eşyalar yabancı, yatağı yabancı, yanında yattığı yabancıydı. Bir kere vazgeçince, eskisi gibi olmuyormuş hiçbirşey. Bunu anlıyordu anlamasına da elleri neden ısınmıyordu?
Adam, bir zamanlar içini titereten, olmadığı her anda özlediği adam, şimdi ne kadar uzaktı, ne zaman gömülmüştü de bu denli soğuktu."Koptuk" diyordu, sorgulayan değil, suçlayan gözlerle bakıyordu kadına. Çok olmuştu kopalı, takvimi belli olmasa da, yavaş yavaş boşluk boşalmıştı, anlamların içide, kendi de.
Beraber çıkılan her yolculuk gibi,birlik te bir ömür hayallerinin yerini son damlasına kadar tüketilmiş, içilecek tek damlası kalmamış bir kadeh aldı. Kim içmek istese kadehten, boşluğun sesine değiyordu teni.Herkesin rolü belliydi, herkes sırayla çıkıyor, yapması gerekeni yapıp iniyordu sahneden. Öylece bir ömrü tüketmeye çalışıyorlardı, zorlamadan, sınırları aşmadan, diğerinin tellerine elini batırmadan. Kanamaktansa; sessizce oynuyorlardı, yaraların üstünden geçmenin bir anlamı yoktu.İki yabancı, birlikte ama yalnız...
Kadın zaten çok da aydınlatmayan ışıkları söndürdü,başka bir yaşamın düşünü görmeye gitti

Aynanız ağlıyor mu?

Aynanız Ağlıyor mu? Duru bir sudan daha derindi ayna. Binlerce demir parçasının ateşte eritilip bir bütün demir parçası elde edildiği gibi onu da kim bilir kaç kum tanesinden elde etmişler, içine kim bilir daha neler katmışlardı. İlk halini hatırlıyor, kendini göremiyordu... Yeni doğmuş bir çocuk gibi şuursuzdu. Bir yanı siyah giyindiği gün içi gibi her yeri ışıldıyordu. Hele altın rengindeki çerçeveye sahip olduğu gün tacını giymiş kral gibi gülümsüyordu. Beyaz bir duvara asıldı. Artık sırtını dayadığı duvara bir çivi ile bağlanarak onunla dost olmuştu. Yaşamın bir penceresi olmuştu. Her şeyi olduğu gibi gerçek, tarafsız ve yorumsuz yansıtan bir pencere. Ağlayanla ağlıyor, gülenle gülüyordu. Görmek istediği gibi bakanlar oluyordu aynaya. Onlara görmek istediklerini göstermenin, içinde açtığı yarayı anlayabilmek çok zordu. Maskeli yüzlerin maskesiyle karşılaşmak, yüreklerindeki acımasızlığın riyanın vefasızlığın yüzlerine akseden yönleriyle karşılaşmak kolay değildi. Özellikle geceleri, son ışık da terk edip gittiğinde, ayna sessiz sessiz ağlıyordu. Bazen kendi gözyaşlarını siliyor, bazen de yakalanıyordu. Neyse ki sıcaklık farkından oluştuğunu düşünerek siliyorlardı üstündeki damla damla yaşları. Oysa ayna ağlıyordu. Kimi zaman yalnız başına kaldığında, bir gün dilinin çözülüp kendisine bakanlarla konuşacaklarını karşısında birine söyler gibi kendi kendine konuşuyordu: "Siz insanlar ne tuhafsınız. Olduğunuz başka, olmak istediğiniz başka. Aradığınız başka, bulduğunuzu sandığınız daha başka. Dört bucakta aradığınız huzurun yanı başınızda olduğunu inatla görmek istemeyen garip varlıklar. Bir gün ellerinizi şakaklarına dayayıp karşıma geçseniz... Düşünseniz... Kendi gözlerinizin içine baksanız derin derin. Her şeyin çaresini bulacaksınız. Huzurun, başarının, dostluğun, sadakatin, samimiyetin ta kendisini... Sorun da içinizde, çözüm de... Maskeyi yırtmanın yolu da bu... Bir kalem alıp elinize kendinizi çizseniz yüzünüzü nasıl çizersiniz. Masum çocukluğunuzun kaybolan hüznüyle mi? Ya benim halim?... Sizi her saniye görmek istediğiniz şekille resmetmek zorundayım. En zoru da; olmak istediğinizi anlamakta çekiyorum. Nelerinizi görmüyorum ki... Benden ayrı olduğunuzda yaptıklarınızı bile okuyorum yüzlerinizde. Bazen uyarmak istediğim oluyor sizi, olduğunuz gibi gösteriyorum. "Şimdi kötü görünüyorum" diyorsunuz. Yine de kötü olduğunuzu kabullenmiyorsunuz. Sizin üzdüklerinizi unutup, sizi üzmekten korkarak eski halime çekiniyorum. Az da olsa gözlerinizin içinin güldüğü oluyor. Bazen ilahi bir lütuf gibi samimice gözlerinizin yaşardığında sizi, ne çok seviyorum. Gerçek hayatta yaptıklarınızı romanlarda, hikayelerde, filmlerde bir başkasının yaptığını gördüğünüzde; sanki onları siz yapmamışçasına mağdur olandan yana olup sizi temsil edene kızıyorsunuz. Ne büyük çelişki?. Ben aynalığımdan utanıyorum. Ama siz... Kendinize böyle yabancı olmasanız... Biraz olsun ruhunuzu dinleseniz karşımda. Kendinizi sorgulasanız... İçinizden birinin dediği gibi Suçlarınız yüzünüzde görünseydi biz aynaları satın almazdınız' Yüzünüzde maske var. Yaşlanınca maskeyi bir parça çıkarıyorsunuz. Bu kez de, aynalar yalan söylüyor diye yalancılıkla suçluyorsunuz. Görmeyi bilseniz, görmek isteseniz, her biriniz bir ayna. Ama siyah gözlüklerle gizliyorsunuz gözlerinizi. Cenazelerde ağlamadığınız bilinmesin, dışarıda nereye baktığınız fark edilmesin diye. Merhametin yokluğu, kıskançlığın hakimiyeti belli olmasın diye. Yalan söyleyen dudaklarınızı boyalarla kapatıyor, kirlenen yüzünüzü fondötenlerle kremlerle örtüyorsunuz. İmrenilecek halinizde yok değil. Siz, yanlışlarınızı bana göre çok kısa hayatınızda kolayca taşırken, ben doğruluğu sonsuza yakın taşımak zorundayım. Fanilik bazen, ne güzel diyorum. Bir tırtılın kelebeğe dönüştükten sonraki ömrü, gül bahçesinde de geçse en fazla bir gün.. Sizlerin de atmış, yetmiş, nihayet yüz yıl... Bu süreler içinde yer, içer çoğalır; dilediğiniz gibi yaşarsınız. Her gün üzerime konan karasinekler bile 3 gün yaşar. Oysa ben büyüyemem, çoğalamam. Sekiz bin yıl önce Çatalhöyük'te var olan en eski atam bile sizin elinizde. Rahat bırakmamışsınız... Sizin toprak olma hakkınız var. Biz aynaların kuma dönüşme hakkımız yok nedense?" Ayna böyle söylüyor, kırılgan bir yürekle hayata tutunmaya çalışan insanlar gibi, beyaz duvara ufacık bir çiviyle tutunuyordu. Duvar bir gün "yeter" dedi. Çivinin prangasını çözdü. Ayna yere düştü. Kırıldı. Şimdi ayna bir köşede özellikle geceleri, son ışık da terk edip gittiğinde, sessiz sessiz ağlıyor. Her şeye rağmen kendi doğrularıyla var olmanın mutluluk gözyaşları bir yandan; eğilenlerin, bükülenlerin açması haline yönelik hüzün bulutları diğer yandan. Sahi sizin de aynanız var mı? Aynanız ağlıyor mu?

Ağustos 26, 2009

Bakire beyinler...Fahişe düşler...

yalnızım o vakit...
tek hece gibi,

'sahi'diyorum,kendime,
bakire beyinler...fahişe düşler...

yalnızım tam o vakit,
karabasan rüyaların kaçamağı,bir şair gibi.
razıydı zaten zaman,yatmaya benimle,
utanmadım da,ince kavislerini seyrederken.

buğulu cam...parmak izi..ter kokusu...
içtenlik vardı bu sevişmede..
dul bir yarındı bekleyen,
ama
yinede ,fahişeydi düşler,düşünceler.
talan edilecek zevkler...
dul bir yarındı,hevesle
harbeden..

renklerin tadını aldı şair
renklerin ruhunu,
bakire beyinlere ,fahişe düşlere emanet
öylece bağırıyorlar,kim olduklarını ?
seslerini duyamıyorum.

Samet Baki'ye...

Ağustos 04, 2009

Bir Sızı...

Selamlar Agustos ayı ...

Bir sızı gibi doğdun sen içime ,oysa sıcacıktın başlarken,sahilde ıslattın önce biraz kurulanmadan uzanınca güneşe inat sırtımla,ateşin sızı olarak düştü içime.Yine de seviyorum seni...

Memlekete dönme hayalleri içerinsinde başladım sana ... sen ne yaptın bıraktın beni yaban ellerde. Öyle olsun bakalım dönüşü erteledim yine ve artık süreklilikle değil,gurbetçi edasıyla dönmek üzere bıraktın beni,bu çıldırışlar şehrinde.Bir yığın dert bir yığın sınav sorunları,askerlik pasaport,iş güç ,dil öğrenme,emeklere eklenen yeni emek isteyecek planlar...

Şimdi soruyoum ey Ağustos sana ,ben ne zaman eğilip te kulağına,diyeceğim nerde benim buzlu votkam,nerde benim dostlarım,attığım tavla zarlarım ...?

Temmuz 30, 2009

Şakayık

Rivayete göre Fuzuli, hocasının kızına âşık olunca aşkını dizelere nakşetmek için bir murabba yazar. Bu şiirin her dörtlüğü sonunda nakarat gibi tekrar edilen dizede üstad, "Gözüm cânım efendim sevdiğim devletlü sultanım" buyurmaktadır. Sevdiği kadına karşı altı adet hitabı ard arda sıralayan ve hepsinde de onu yücelten bu anlayış, doğrusu içinde yaşadığımız çağın söylemleri arasında pek taraftar bulamaz.
Bir şarkı hatırlıyorum; sevgilisine sitem etmek isterken bile ona yalvarırcasına seslenen âşıkın hikayesini anlatan bir şarkı: 'Sana ben canımın canı efendim / Kırıldım küstüm incindim gücendim'
Bugünün şarkı sözleri yahut pop listelerine bakılınca meleklere yaraşır bir hitap olarak kalan yukarıdaki dizelerin dünyasını anlamak gerçekten zordur. Çünkü toplumun üzerinden o kadim zarafet, o fıtrî nezaket çekilip gitmiş, yerini kadın erkek eşitliğinin gittikçe haşinleşen modasına dayalı sen-ben kavgası ve itiş-kakış konulu şarkılar almıştır. Eskilerin şiirlere de yansıyan (yahut artık şiirlerde kalan) ve kadının baş tacı edildiği o ulvi anlayışlarını temellendirmek için şimdi de bir hadîs-i şerif okuyalım: "İnneme'n-nisâ' şakâyıku'r-ricâl." Buyuruyor ki Efendiler Efendisi: "Şüphesiz kadın, erkeğin şakayığıdır." Buradaki şakayık kelimesi Efendiler Efendisi'nin ağzından bir veciz ifade olarak söze dökülmüş olup tevriye, iham-ı tenasüp, cinas gibi edebiyat sanatlarına örnek olabilecek bir ziynet konumunda durur. Kelimenin Arapça anlamlandırılmasına göre öncelikle kadının, erkeğin "kürek kemiği"nden bir parçası olduğu, ardından erkeğin "öteki yarısı (elmanın iki yarımı gibi birbirini tamamlayan değerler bütünü; şakk'ı)" olarak düşünüldüğü ve nihayet "şakayık (yaban lalesi, gelincik)" çiçeği olarak mânâ ifade ettiği görülür. İlk anlam dinî terminoloji içinde Hz. Adem'in kürek kemiğinden yaratıldığı ifadelendirilen Havva içindir. İkinci anlama göre, kadın erkeğin öteki yarısıdır ki modern bilim de zaten bunu ifade etmektedir. Kadın olmadan erkeğin, erkek olmadan kadının eksik kalacağı, anatomik, fizyolojik ve psikolojik olarak erkek ile kadının bütünleşerek beşeriyetlerini tamamlayabilecekleri, aksi takdirde bünyede arızalar oluşmasının kaçınılmazlığı, bu bağlamda evlilik müessesesinin önemi, aile kurumunun yaşatılması vb. söylemler hep bu şakayık (öteki yarı) düsturu üzerine temellendirilebilir. Şakayık kelimesinin bize edebiyat açısından ihtişamını gösteren anlamı ise Türkçe'de bildiğimiz "gelincik çiçeği"ni karşılamasıdır.
Gelincik, hemen her coğrafyada kendiliğinden yetişebilen, otuz kadar türü bulunmakla birlikte hemen hepsi kırmızı renkli yaprak açan bir çiçektir. Yol kenarlarında, ekin tarlalarında, ören yerlerinin dışında ("Sen kırların çiçeğisin şakayık" şarkısını hatırlayınız) Hudâyî-nâbit kabilinden sık rastlanan gelinciğin özelliği çok narin, nahif ve zarif bir çiçek oluşudur. Dalından kopardığınız andan itibaren birkaç dakika içinde parlaklığını, canlılığını ve güzelliğini yitirir. Kırmızı yapraklarından (ki genellikle dört simetrik yapraktır) birini koparırsanız diğer üçü kendini bırakır, salar ve sarkar. Elinizle yapraklarından birine fiske vurun, derhal zedelenir ve solmaya yüz tutar. En küçük şiddet, hoyrat muamele ve sarsıntıda bile yara alıp zedelenen bu çiçeğin kadına benzetilmesi ve özellikle erkeği tamamlayan "eş" olarak nitelendirilmesi bizce çok manidardır. Bu ifadenin mefhûm-ı muhalifinden anlaşılan odur ki erkekler kadınlarının bir gelincik çiçeği kadar narin olduğunu bilmeli, ona göre davranmalı, gelinciğin hoyrat tavırlara, şiddete, haksızlığa maruz kalmak bir yana el üstünde tutulması gerektiğine, kırmızı renginin asaleti ve güzelliği içinde renginin soldurulmaması gerektiğini bilmeli ve ona göre davranmalıdırlar. Ve edebiyat açısından bir adım daha ileri giderek söylemek gerekirse, gelinciği münhasıran aşk içkisiyle dolu bir kadeh olarak düşünüp onu elde tutarken bu anlayışla hareket etmenin zaruretini akıldan çıkarmamak gerekir. Ta ki erkeklerin başı o badenin sarhoşluğuyla hoş olsun.
Şakayık kelimesinin Arapça'da da Türkçe'deki "gelincik" gibi bir anlamı var mı bilmiyorum ama gelincik (gelin-cik = taze gelin, küçük gelin)" kelimesi de yukarıdaki hadisin ruhuna uygun düşmektedir. Buradan yola çıkarak ben bu kelimenin, bir erkeğe yaşı ve evlilik süresi ne olursa olsun eşini bir gelin-cik (taze gelin) gibi görmesi, ona uygun muamele etmesi ve onu öyle koruyup kollayıp değerlendirmesi gerektiğini ima ve hatta ikaz eden bir mana taşıdığını zannediyorum.
Yukarıdaki hadisin orijinal ibaresini, ezberlenmesi kolay olduğu için yazdık. Ta ki Efendimiz'in sözü kulağımızda her daim çınlasın ve tavırlarımızı ona göre düzenleyelim: İnneme'n-nisâ' şakâyıku'r-ricâl : Şüphesiz kadın, erkeğin şakayığıdır.

İskender PALA

Temmuz 28, 2009

26 Temmuzlar Anısına...


Ne kadar düşmek isteyebilirki insan ,tekilliğe ve ne kadar olmak isterki kendi olmayan bir düşte ?

Seni sevebilmek ,bir kelimede ,bir hecede,mevsimde,çimenlere uzanırken yerin sesini işitmede...
Ayrı bir bakış açısı açabilmek sana ,ve ayrıcalıksız bir düşünce bırakmak cenine...

Nebiullah sevgisi ile kıyaslamak,gerekirse aşkı,bedene değildir elbet...bedene büründürmek olurdu dini.

Yükseklere çıkaracak bir kaç saniyelik şehvetmidir, zamana sığmayacak ubudiyetmidir yoksa ?

Aşkın bedene bürünmüş halisin sen bende,zira inançlarım anca buna müsaade etmekte,ve aşkın girdabım olacaksa vaveyla ki biliyorum ateş beni beklemekte.

Seni ince bir çizgide seveceğim sevgili...incecik bir çizgide.

Ne yana düşşem seni kaybedecek,beni benden silecek belkide ama seni seveceğim işte,becerebileceğim bunu,belki de beceremediğim onca şeyin arasında.

Rakımı kaç olur bilmem aşkın , rüzgarı ne kadar hissettirir bedende,kış soğunda titremek gibimidir ?
Rakım sıfır da olsa seveceğim ,deniz aşığı gemiciler gibi ,yada rakım ölçüsünden çıkabilen feza yolcuları gibi.

Zamana yenik düşsemde eğerki nefes almaya devam sa,zamanlar ötesine aşmayacak bir hikayem olmasa da ,yaşasaydı eğer Ferhat,yada tomurcaklanıyorsa felsefesi her aşkta,o bilecekti beni,o bilecekti sevgimi.

ve şunu istiyorum ki ey Rabbim sevdiği kadar en az sevmemi bahşeyle , mihrabım eyle ,duamdır Sana,hayırlı eğle.Sana yöneltecek ,seni bulduracak ,merdiven basamağı bir hidayet eyle.

Doğum günün ve mezuniyetin kutlu olsun mihrabım.
Biricik Tosbaa'ma...Hayat dolu mutluklar dilerim.

Temmuz 25, 2009

Yobaz Sevgim

katlanabilirmi bu geceler
daha da kara,
yoboz sevgime...

uyuyabilirmiki geceler,
daha da karanlığa ...

dudaklar kururmu sözlerden ,
şiirlerden geçmiş
saf bir masumluğa...

aktarabilirmi dil bilgim ,
sevda sırrın da saklı bir hece,
dumanı tüten her vapur bir o iskelede ,bir bu...

uyuyabiliyor mu geceler ? ,ey aşk !
çığırtkan çocuk seslerinde,
müzikal ritimler de küsmüşken nefeslere
bari ninni ol gel , mahallenin bedenine.

sarılabiliyor mu ?
sevmek ve sevişmek bir cümlede
yoboz sevgim kentin ışıklarına kurban,
her şey bana inat ,toplanmış
yaz sinekleri gibi,sokaktaki lambaya
ben sana inat ben sana isyan ,gecenin kolların da.

Temmuz 21, 2009

Sabır ve Çile

'' Bikaderi'l-keddi tüktesebü'l-meâlî -Çekilen çile oranın da yükseklere ulaşılır. ''

- Çin'de Bambu ağacı şöyle yetiştirilirmiş: Önce ağacın tohumu ekilir, sulanır ve gübrelenir. Birinci yıl tohumda herhangi bir değişiklik olmaz. Tohum yeniden sulanıp gübrelenir. Bambu ağacı ikinci yılda da toprağın dışına filiz vermez. Üçüncü ve dördüncü yıllarda her yıl yapılan işlem tekrar edilerek bambu tohumu sulanır ve gübrelenir. Fakat inatçı tohum bu yılda da filiz vermez. Çinliler büyük bir sabırla beşinci yılda da bambuya su ve gübre vermeye devam ederler. Ve nihayet beşinci yılın sonlarına doğru bambu yeşermeye başlar ve altı hafta gibi kısa bir sürede yaklaşık 27 metre boyuna ulaşır.

“Burada akla gelen ilk soru şudur: Çin bambu ağacı 27 metre boyuna altı haftada mı, yoksa beş yılda mı ulaştı? Bu sorunun cevabı tabii ki beş yıldır. Büyük bir sabırla ve ısrarla tohum beş yıl süresince sulanıp gübrelenmeseydi, ağacın büyümesinden, hatta var olmasından söz edebilir miydik?” Edemezdik. Demek ki o beş yıllık süreçte bambu ağacının çekirdeği toprağın, suyun ve güneşin içerdikleri kimsayal ve fiziksel elemetler zemininde “aktif sabır”la bekleye bekleye, beslene beslene, yumaşaya yumuşaya nihayet içten içe cenîn teşekkül etmiş oluyor. Bu tabii ki kendi kendine olmuyor... ( Musa HUB) -

Temmuz 20, 2009

Çırpınışlar

Çırpınışlarım
Kanatlarımda soğuk nefesin...
Ulaşmasını bekler ruhum
değmeni ve de ruhuma.

Gözlerim ıslak
ve şeytan kapımda
sanıyor beni tanrısına ağlamakta.

Kayip Zamanin Misralari

Kayıp zamanın mısraları,

bir hüzün deşince ,aklın girdaplarını....

kayıp gider elden,kederler ve sevinçler.


Çiçeğin rengi solmuştur artık,

satır arası sevdalar ,uzun yolların yolcusu.

,tarih defterimin ,yalnız ,anlamsız vurgusu

ve

kaybolan zamanlarımın acı mirası

kederler ve sevinçler...

Sahil

en yakın dalgayız sahile,
yalın ayak,baldırı çıplak, ayda kasım...
bir çırpıda bitecek yolda koşar adım ...
git ve gel yüreğimizle.

açılsak hani biraz ,
uzaklaşsak ya bu kentin zifirindenalır belki yanağında gözyaşı misali,
sığdaki yalnızlığından deniz..

çok sonraya bir eklenti
'''ruhuna bir sızı , ahlar tükenmiş ,deniz tutmuş bizi ,
müddeti bir sonraya zaman ,akıver de hep ileri değil !
biraz da yalan ,biraz da ruku sana
'şeytan sanıyor beni Tanrısına ağlamakta'

Temmuz 12, 2009

Restore Edilen Restore

Şöylece durup bakınca etrafıma somut anlamda ne kadar çok yüklenmişiz çeliğe ve demire ,rutubetiyle betonlara...Soyut takılsak, o zamanda ne kadar kalmışız eskide,bir harman telaşı olmadan ,ahçıya gerek duymadan gök dometesleri rendelemeden atmışız tencereye ve haşlanıp oluşmasını beklemişiz 'domotes çorbamızın'.Heyacan verici bulmuşuzdur belki de -alıntılarsam eğer kendimden-olimpiyatsal ! statlara beton yığınlarına,ilgilenen için akla gelen eski Herkül filmlerinden bilinçaltı çayırlarımıza...çizgiler çekilmiş,Cesar'a cesaret veren aslanlar, çizgilere basmamak veya onları aşmak adına Collezyum da yerleri almış konuklara kıpırdamadan sanki vahşet sunmakta...
Nedir aslı bunun ? Yargısı hükmü,rüknü...olabilirliği neydi benim kafam da ,yada olamayacağı...Her neyse her yanda yitip giden resterasyon hamleleri ,artık bende pondorin cinayeti...Kibritleri her hayaliyle bitmiş , kahraman yenik savaşçı rolleri...
Evet bende ki heyacan yada hayal, restore edilecek restore hareketleri,uzun süre mimar olacağım beklentileri ve olamayınca pamuk helva düşleri...Yazmakta ki amacımdan daha şimdi den uzaklaştım diyebilirm ve yine her zamanki gibi yansıtmak istediğimi ,direk bir ayna tutmaktansa (sizlere bırakmatansa) betimlemelerle sonuca kulaç atmakta buluyorum.Velhasıl her yerde bir inşaat bir .çelik yığını,ikaz tabelaları ...aman efendim sonunda yapılıyor kelamları...anlayamadık ki daha biz o binanın amacını,sonra da zaten baka kalmışız aracına,tuğlasına ,mimarına.Asıl restoreyi, anlatımı yerine, soğuk taşarına cila sürerek gün ışığına sunmayı yeğlemişiz.Mimarı Sinan yapan matemetiğimiydiki ,türevimi,integralimi,mesnet noktalarımı,Sinan'ı mimar yapan kültürünü benimsediğiyle gerdeğe sokmaktı.Sinan'ı Mimar yapan tek minarede üç merdiven değil ,altı minarede tek kılandı.Heleki 'Koca' yapan Osmanlı idi.
Evet heryan da kaybolan kültür,kaybolan dil ve kayıp olan biz,gençlik için tek bir not bırakılmıştı 'kaskınızı takın'.İnşaat alanı neme lazım bir tuğla düşer belki başa ,yarılacak taş da değil ki baştan başa... ki zira vuran da bari olsa Osman Paşa heyhat !

Geçenlerde baya bi geçenler de bir yazı okumuştum kadınlarımzın eski elbiseleriyle alakalı,İlginç tespitler vardı ora İskender Pala'dan tek bir söz de yetti bana.Mealen 'salık yürünüşlü hanfendiler yerine ,yere pat pat basan kızlar türedi'die.Evet yere pat pat basanlar türedi bu açık ama bu seslere ,kapı gıcırtısında oynayan Roman'lara benzer entel ifadelerde ender rastlanacak maskelerle mutant erkelerde türedi demeden geçilemezdi.

Kısaca tozlarında anlatılan duvarları cilalayıp sundular bizlere Akif'in nesline bıraktığı anahtardaki tek dişe,Atatürk'ün medeniyet vecizeleri asılıp kalıverdi ardından okul duvarlarına ,gördüysek okuduk,kompozisyon da sorulduyla 'büyük ,ulu önder...die geçiştireverdik.Hepimiz gözleride sulanıverdi Çanakkale denince...Ne de gurur duyduk manşetlerde yazılınca 'şu çılgın Türkler'diye.O gözyaşları içinde getirilen Kutsal emanetlere kör oluverdik,O Osmanlı'ya söver bile olduk hanii.Göremedik ki tespit edenleri,Bati bizden bir evlat aldı bizde batıya gebe...diyenleri.Şimdi büyüdu o evlat ! ve eskisinden daha da musallat ve eskisinden daha da güçlü... Çünkü biz verdik ona eğitimi,edebi,sistemi.Ama biz bakarken kalıplarına dışından külliyelerin o içinde emzirildi kültürüyle,yoğruldu kendi mayasıyla ,Biz her sabah horoz gibi öterken tek dişi kalmış die ,o melezledi iki farklı çeşmeden akanla...
Sonuç hüsran elbet,kadın haklarımızı bile onların hukuğundan almışken -ki onlarsa bizimkileri yorumlamışken,tabi uygularız tadı bi ara damağımızdaydı ne de olsa...Onlar bizden edebi,haya yı çaldı kendine uyarladı ,bizde edebsizliği alıp bir bardak suya bir damla da olsa mürekkep misali damlattık,sıra da damıtılıp kullanması var.Bura da da ne eskiye dönebiliriz nede hazır paket devam edebiliriz yapacak tek şey yeis den kurtulup çimento bulmakta, o suyu içmektense çimentoya döküp ,bizi tutacak harcı özümsemekte.

Ne yalan söyliyim çılgın Türkleriz evet.Evet ama bu çılgınlığımız Feth-i İstanbul için yapılan yağlı kızaklardan gelsin,giden bir ruh için geri döndürmeye değil.

Herşeyin Tadı

herşeyin bir tadıydı bu tatsızlık,ömrümün virane kaldırımların dan saray yavrusu yalnızlıklarına taş atan deliler gibi...bir yanı hep maviydi ,göklere aşık ve bir yani faniydi zaten doksan yaşında dopdonuk...

iç cidarlarına yapışmayıp da bana silkelenmek bile bırakmayan yalnızlık...mevsimlerimde hep sonbahara aşık, yalnızlık...

kabul olan bedduam hayatıma , adı yalnızlık ...nefesi kokan açlık gibi ucubeydi beynimde ama çepe çevre lanette olsa,bana bir ikilemdi ,çözülmeyi hiç beklemeyen...ve çözülemeyen.ne kadar olsa da amaçsızdı,ne bir faide ne bir zarar vermedi,veresiye çalışıyordu hep bir gün ödersin gibi...ödenmeyeceğini bildiği için...ve ödenemediği için .

Onun kanaati benim yaramdı,benim kremlerin onun tetikleyici bir diğeri için merdiven basamağı idi.Yalnızlık buram buram kendi dolu ve kendi gibi yaşayabilen ,kendi gibi nefes alabilen tek işlevimdi.doğrusuda olmadı hiç ve her yalnışımdan bir zevk aldı...her zevkimden de kendine pay...

Temmuz 10, 2009

Bir Ben Yaşa

Saf dışıyım ,bedenim çürükler içinde,küçük kurtçuklara yem sunmaktayım.Saf dışıyım,kehanetlere kapanmış bulutlar ,sarmal yapısıyla tüm soğukluğunda insalık...Sahur vaktindeyim,kendimden bir çok uzaklık brimlerince.

Küçük dağıma çıktım bu sabah,düşsel ovama 'yığınla kabus yağmış' dediler,diye,yığınla kalabalık gördüm ,bedenleri başka bedenlerde...yığınla sen gördüm aynalarımda,kabus diye uyandırdılar beni, sabahlamadan gece.

Boğulmak istedim yine,becerebilmek önemli miydi sence ?Bir ben yaratmayı dene önce,bir ben gör bakalım düşün de,bir ben yaşa bakalım düşüncelerinde.

'' Sınıf geç benden''Düşünme öyle sadeceSayısal bir göç kur hücrelerine ve çarp her birini kendinle,Yığınla sen gör aynaların da,yığınla sığlık ta kalınca '' sınıf geç benden'',Delilikte anlamakla,Hiç boşa ağlama ve sadece söyle,kaç gece geçti bekleyen ölüme ?

Temmuz 09, 2009

Saygı,Sevgi ve Aşk

...ve sinir nöronları iletir ,her bir hücreye aktifliği,hormonlar hiç olmadığı kadar hızlanmıştır artık.Dur duraksız dağılır tüm coğrafyana,mevsimler den kış ortası yaz meyveleri ni hatırlatan tadlar sunar.Acizlikten tüm kanın çekilir belki, ve bir kuş kadar hafifsindir artık,boşluklu mumyanda.Tanrı son heceyi de koyar tüm dillere 'aşk' diye.


...tüm renkler ,gölgeye kaçar kirlenmekten korkarak,kirlenmek ten değil aslında sevişmekten birbiriyle.Çünkü artık Tanrı'nın son lafzıdır bu ,sevişerek kanatılmayacak kadar şeffaf,yaşaması için özen isteyen şakayıklar kadar narin...İnsanoğluna en yakın ama ,hep uzağın da kaldığıdır.Fazla yaşayamayacak kadar hastadır o , öldürelemeyecek kadar da karar lı dır aslında,ve zaten dillere Tanrı en son eklemiştir belki de bu kelimeyi,tüm kelimelerle anlatılabilsin diye.Tüm kelimelerde hayat bulsun diye.


Saygı dan almıştır tohumunu,sevgi annelik yaparak sunmuştur,kurak dünyaya.Ne mucizelere gebe olmuştur bu yüzden ve ne katliamlara davetiye...Anne ve babaya duyulmayan ilgisiliktendir aslında bu çelişkiler.Zira ne aşk olabilirir ,saygısız bir sevgiden , ne de saygıyı,sevgiyi tanımlar cümleler ,içinde aşkı barındırmadan.
İşi bitince giden gaddar Romeo'lar,kapana sıkılmaktan zevk alan Juliet'lerden°(1) sıkılan aşk,devri yalnız açmış ve yalnız kapatmaktadır artık.Ne kadar geç kaldığımız,ne kadar sonraya bıraktıklarımızı düşünerek bulunabilecek kadar kolay matemetikte gizlidir aslında.Başka vadide ailesiyle mutlumudur bilinmez aşk,çünkü biliyorum ki ister , O'da nefes almak bir beden de.Farklı bir pencereden ,aslında hiç de soyutlamadan ,tüm doğallığımızla bakarak dünyaya,geri çağırsak henüz daha ölmeden ,koşarak gelecektir bize,bence vakit de var daha .Ve dua etsek inançlarımız her ne olsada ' Ey aşk ,enginliğinle tekrar doğ içime '.Yağmur gibi yağsa kurak bedenlere,çatlamış ruhlara,heva heves ,mahrumiyet,mahremiyet,samimilik ruhunu kaybetmiş düşlere.Ya akıntısıyla sel gibi alıp gitse aramızdan şuursuzları,aşka kurşun atanları,ya da verse tekrar kalbine zemheri soğuğunda kırk dereceyle yanacak kalpleri...


Ey aşk doğ bir kez daha güneş gibi kalbimize,doğ bir kez daha rahmini talan eden saygıyla,doğ bir kez daha acı da bulunabilecek en tatlı şefkat olan ananın kollarına sevgiyle.Doğ bir kez daha ,hala delicesine ,seni bekleyenlere.Ey aşk ,ve bir daha bırakma kendi perişanlığımızla başbaşa.Doğ bir kez daha ,yangın ortasında ,göğün çehresinden rahmet bulutlarınla.

İsmail ARIK (Editör)
Paylaş