Temmuz 30, 2009

Şakayık

Rivayete göre Fuzuli, hocasının kızına âşık olunca aşkını dizelere nakşetmek için bir murabba yazar. Bu şiirin her dörtlüğü sonunda nakarat gibi tekrar edilen dizede üstad, "Gözüm cânım efendim sevdiğim devletlü sultanım" buyurmaktadır. Sevdiği kadına karşı altı adet hitabı ard arda sıralayan ve hepsinde de onu yücelten bu anlayış, doğrusu içinde yaşadığımız çağın söylemleri arasında pek taraftar bulamaz.
Bir şarkı hatırlıyorum; sevgilisine sitem etmek isterken bile ona yalvarırcasına seslenen âşıkın hikayesini anlatan bir şarkı: 'Sana ben canımın canı efendim / Kırıldım küstüm incindim gücendim'
Bugünün şarkı sözleri yahut pop listelerine bakılınca meleklere yaraşır bir hitap olarak kalan yukarıdaki dizelerin dünyasını anlamak gerçekten zordur. Çünkü toplumun üzerinden o kadim zarafet, o fıtrî nezaket çekilip gitmiş, yerini kadın erkek eşitliğinin gittikçe haşinleşen modasına dayalı sen-ben kavgası ve itiş-kakış konulu şarkılar almıştır. Eskilerin şiirlere de yansıyan (yahut artık şiirlerde kalan) ve kadının baş tacı edildiği o ulvi anlayışlarını temellendirmek için şimdi de bir hadîs-i şerif okuyalım: "İnneme'n-nisâ' şakâyıku'r-ricâl." Buyuruyor ki Efendiler Efendisi: "Şüphesiz kadın, erkeğin şakayığıdır." Buradaki şakayık kelimesi Efendiler Efendisi'nin ağzından bir veciz ifade olarak söze dökülmüş olup tevriye, iham-ı tenasüp, cinas gibi edebiyat sanatlarına örnek olabilecek bir ziynet konumunda durur. Kelimenin Arapça anlamlandırılmasına göre öncelikle kadının, erkeğin "kürek kemiği"nden bir parçası olduğu, ardından erkeğin "öteki yarısı (elmanın iki yarımı gibi birbirini tamamlayan değerler bütünü; şakk'ı)" olarak düşünüldüğü ve nihayet "şakayık (yaban lalesi, gelincik)" çiçeği olarak mânâ ifade ettiği görülür. İlk anlam dinî terminoloji içinde Hz. Adem'in kürek kemiğinden yaratıldığı ifadelendirilen Havva içindir. İkinci anlama göre, kadın erkeğin öteki yarısıdır ki modern bilim de zaten bunu ifade etmektedir. Kadın olmadan erkeğin, erkek olmadan kadının eksik kalacağı, anatomik, fizyolojik ve psikolojik olarak erkek ile kadının bütünleşerek beşeriyetlerini tamamlayabilecekleri, aksi takdirde bünyede arızalar oluşmasının kaçınılmazlığı, bu bağlamda evlilik müessesesinin önemi, aile kurumunun yaşatılması vb. söylemler hep bu şakayık (öteki yarı) düsturu üzerine temellendirilebilir. Şakayık kelimesinin bize edebiyat açısından ihtişamını gösteren anlamı ise Türkçe'de bildiğimiz "gelincik çiçeği"ni karşılamasıdır.
Gelincik, hemen her coğrafyada kendiliğinden yetişebilen, otuz kadar türü bulunmakla birlikte hemen hepsi kırmızı renkli yaprak açan bir çiçektir. Yol kenarlarında, ekin tarlalarında, ören yerlerinin dışında ("Sen kırların çiçeğisin şakayık" şarkısını hatırlayınız) Hudâyî-nâbit kabilinden sık rastlanan gelinciğin özelliği çok narin, nahif ve zarif bir çiçek oluşudur. Dalından kopardığınız andan itibaren birkaç dakika içinde parlaklığını, canlılığını ve güzelliğini yitirir. Kırmızı yapraklarından (ki genellikle dört simetrik yapraktır) birini koparırsanız diğer üçü kendini bırakır, salar ve sarkar. Elinizle yapraklarından birine fiske vurun, derhal zedelenir ve solmaya yüz tutar. En küçük şiddet, hoyrat muamele ve sarsıntıda bile yara alıp zedelenen bu çiçeğin kadına benzetilmesi ve özellikle erkeği tamamlayan "eş" olarak nitelendirilmesi bizce çok manidardır. Bu ifadenin mefhûm-ı muhalifinden anlaşılan odur ki erkekler kadınlarının bir gelincik çiçeği kadar narin olduğunu bilmeli, ona göre davranmalı, gelinciğin hoyrat tavırlara, şiddete, haksızlığa maruz kalmak bir yana el üstünde tutulması gerektiğine, kırmızı renginin asaleti ve güzelliği içinde renginin soldurulmaması gerektiğini bilmeli ve ona göre davranmalıdırlar. Ve edebiyat açısından bir adım daha ileri giderek söylemek gerekirse, gelinciği münhasıran aşk içkisiyle dolu bir kadeh olarak düşünüp onu elde tutarken bu anlayışla hareket etmenin zaruretini akıldan çıkarmamak gerekir. Ta ki erkeklerin başı o badenin sarhoşluğuyla hoş olsun.
Şakayık kelimesinin Arapça'da da Türkçe'deki "gelincik" gibi bir anlamı var mı bilmiyorum ama gelincik (gelin-cik = taze gelin, küçük gelin)" kelimesi de yukarıdaki hadisin ruhuna uygun düşmektedir. Buradan yola çıkarak ben bu kelimenin, bir erkeğe yaşı ve evlilik süresi ne olursa olsun eşini bir gelin-cik (taze gelin) gibi görmesi, ona uygun muamele etmesi ve onu öyle koruyup kollayıp değerlendirmesi gerektiğini ima ve hatta ikaz eden bir mana taşıdığını zannediyorum.
Yukarıdaki hadisin orijinal ibaresini, ezberlenmesi kolay olduğu için yazdık. Ta ki Efendimiz'in sözü kulağımızda her daim çınlasın ve tavırlarımızı ona göre düzenleyelim: İnneme'n-nisâ' şakâyıku'r-ricâl : Şüphesiz kadın, erkeğin şakayığıdır.

İskender PALA

Temmuz 28, 2009

26 Temmuzlar Anısına...


Ne kadar düşmek isteyebilirki insan ,tekilliğe ve ne kadar olmak isterki kendi olmayan bir düşte ?

Seni sevebilmek ,bir kelimede ,bir hecede,mevsimde,çimenlere uzanırken yerin sesini işitmede...
Ayrı bir bakış açısı açabilmek sana ,ve ayrıcalıksız bir düşünce bırakmak cenine...

Nebiullah sevgisi ile kıyaslamak,gerekirse aşkı,bedene değildir elbet...bedene büründürmek olurdu dini.

Yükseklere çıkaracak bir kaç saniyelik şehvetmidir, zamana sığmayacak ubudiyetmidir yoksa ?

Aşkın bedene bürünmüş halisin sen bende,zira inançlarım anca buna müsaade etmekte,ve aşkın girdabım olacaksa vaveyla ki biliyorum ateş beni beklemekte.

Seni ince bir çizgide seveceğim sevgili...incecik bir çizgide.

Ne yana düşşem seni kaybedecek,beni benden silecek belkide ama seni seveceğim işte,becerebileceğim bunu,belki de beceremediğim onca şeyin arasında.

Rakımı kaç olur bilmem aşkın , rüzgarı ne kadar hissettirir bedende,kış soğunda titremek gibimidir ?
Rakım sıfır da olsa seveceğim ,deniz aşığı gemiciler gibi ,yada rakım ölçüsünden çıkabilen feza yolcuları gibi.

Zamana yenik düşsemde eğerki nefes almaya devam sa,zamanlar ötesine aşmayacak bir hikayem olmasa da ,yaşasaydı eğer Ferhat,yada tomurcaklanıyorsa felsefesi her aşkta,o bilecekti beni,o bilecekti sevgimi.

ve şunu istiyorum ki ey Rabbim sevdiği kadar en az sevmemi bahşeyle , mihrabım eyle ,duamdır Sana,hayırlı eğle.Sana yöneltecek ,seni bulduracak ,merdiven basamağı bir hidayet eyle.

Doğum günün ve mezuniyetin kutlu olsun mihrabım.
Biricik Tosbaa'ma...Hayat dolu mutluklar dilerim.

Temmuz 25, 2009

Yobaz Sevgim

katlanabilirmi bu geceler
daha da kara,
yoboz sevgime...

uyuyabilirmiki geceler,
daha da karanlığa ...

dudaklar kururmu sözlerden ,
şiirlerden geçmiş
saf bir masumluğa...

aktarabilirmi dil bilgim ,
sevda sırrın da saklı bir hece,
dumanı tüten her vapur bir o iskelede ,bir bu...

uyuyabiliyor mu geceler ? ,ey aşk !
çığırtkan çocuk seslerinde,
müzikal ritimler de küsmüşken nefeslere
bari ninni ol gel , mahallenin bedenine.

sarılabiliyor mu ?
sevmek ve sevişmek bir cümlede
yoboz sevgim kentin ışıklarına kurban,
her şey bana inat ,toplanmış
yaz sinekleri gibi,sokaktaki lambaya
ben sana inat ben sana isyan ,gecenin kolların da.

Temmuz 21, 2009

Sabır ve Çile

'' Bikaderi'l-keddi tüktesebü'l-meâlî -Çekilen çile oranın da yükseklere ulaşılır. ''

- Çin'de Bambu ağacı şöyle yetiştirilirmiş: Önce ağacın tohumu ekilir, sulanır ve gübrelenir. Birinci yıl tohumda herhangi bir değişiklik olmaz. Tohum yeniden sulanıp gübrelenir. Bambu ağacı ikinci yılda da toprağın dışına filiz vermez. Üçüncü ve dördüncü yıllarda her yıl yapılan işlem tekrar edilerek bambu tohumu sulanır ve gübrelenir. Fakat inatçı tohum bu yılda da filiz vermez. Çinliler büyük bir sabırla beşinci yılda da bambuya su ve gübre vermeye devam ederler. Ve nihayet beşinci yılın sonlarına doğru bambu yeşermeye başlar ve altı hafta gibi kısa bir sürede yaklaşık 27 metre boyuna ulaşır.

“Burada akla gelen ilk soru şudur: Çin bambu ağacı 27 metre boyuna altı haftada mı, yoksa beş yılda mı ulaştı? Bu sorunun cevabı tabii ki beş yıldır. Büyük bir sabırla ve ısrarla tohum beş yıl süresince sulanıp gübrelenmeseydi, ağacın büyümesinden, hatta var olmasından söz edebilir miydik?” Edemezdik. Demek ki o beş yıllık süreçte bambu ağacının çekirdeği toprağın, suyun ve güneşin içerdikleri kimsayal ve fiziksel elemetler zemininde “aktif sabır”la bekleye bekleye, beslene beslene, yumaşaya yumuşaya nihayet içten içe cenîn teşekkül etmiş oluyor. Bu tabii ki kendi kendine olmuyor... ( Musa HUB) -

Temmuz 20, 2009

Çırpınışlar

Çırpınışlarım
Kanatlarımda soğuk nefesin...
Ulaşmasını bekler ruhum
değmeni ve de ruhuma.

Gözlerim ıslak
ve şeytan kapımda
sanıyor beni tanrısına ağlamakta.

Kayip Zamanin Misralari

Kayıp zamanın mısraları,

bir hüzün deşince ,aklın girdaplarını....

kayıp gider elden,kederler ve sevinçler.


Çiçeğin rengi solmuştur artık,

satır arası sevdalar ,uzun yolların yolcusu.

,tarih defterimin ,yalnız ,anlamsız vurgusu

ve

kaybolan zamanlarımın acı mirası

kederler ve sevinçler...

Sahil

en yakın dalgayız sahile,
yalın ayak,baldırı çıplak, ayda kasım...
bir çırpıda bitecek yolda koşar adım ...
git ve gel yüreğimizle.

açılsak hani biraz ,
uzaklaşsak ya bu kentin zifirindenalır belki yanağında gözyaşı misali,
sığdaki yalnızlığından deniz..

çok sonraya bir eklenti
'''ruhuna bir sızı , ahlar tükenmiş ,deniz tutmuş bizi ,
müddeti bir sonraya zaman ,akıver de hep ileri değil !
biraz da yalan ,biraz da ruku sana
'şeytan sanıyor beni Tanrısına ağlamakta'

Temmuz 12, 2009

Restore Edilen Restore

Şöylece durup bakınca etrafıma somut anlamda ne kadar çok yüklenmişiz çeliğe ve demire ,rutubetiyle betonlara...Soyut takılsak, o zamanda ne kadar kalmışız eskide,bir harman telaşı olmadan ,ahçıya gerek duymadan gök dometesleri rendelemeden atmışız tencereye ve haşlanıp oluşmasını beklemişiz 'domotes çorbamızın'.Heyacan verici bulmuşuzdur belki de -alıntılarsam eğer kendimden-olimpiyatsal ! statlara beton yığınlarına,ilgilenen için akla gelen eski Herkül filmlerinden bilinçaltı çayırlarımıza...çizgiler çekilmiş,Cesar'a cesaret veren aslanlar, çizgilere basmamak veya onları aşmak adına Collezyum da yerleri almış konuklara kıpırdamadan sanki vahşet sunmakta...
Nedir aslı bunun ? Yargısı hükmü,rüknü...olabilirliği neydi benim kafam da ,yada olamayacağı...Her neyse her yanda yitip giden resterasyon hamleleri ,artık bende pondorin cinayeti...Kibritleri her hayaliyle bitmiş , kahraman yenik savaşçı rolleri...
Evet bende ki heyacan yada hayal, restore edilecek restore hareketleri,uzun süre mimar olacağım beklentileri ve olamayınca pamuk helva düşleri...Yazmakta ki amacımdan daha şimdi den uzaklaştım diyebilirm ve yine her zamanki gibi yansıtmak istediğimi ,direk bir ayna tutmaktansa (sizlere bırakmatansa) betimlemelerle sonuca kulaç atmakta buluyorum.Velhasıl her yerde bir inşaat bir .çelik yığını,ikaz tabelaları ...aman efendim sonunda yapılıyor kelamları...anlayamadık ki daha biz o binanın amacını,sonra da zaten baka kalmışız aracına,tuğlasına ,mimarına.Asıl restoreyi, anlatımı yerine, soğuk taşarına cila sürerek gün ışığına sunmayı yeğlemişiz.Mimarı Sinan yapan matemetiğimiydiki ,türevimi,integralimi,mesnet noktalarımı,Sinan'ı mimar yapan kültürünü benimsediğiyle gerdeğe sokmaktı.Sinan'ı Mimar yapan tek minarede üç merdiven değil ,altı minarede tek kılandı.Heleki 'Koca' yapan Osmanlı idi.
Evet heryan da kaybolan kültür,kaybolan dil ve kayıp olan biz,gençlik için tek bir not bırakılmıştı 'kaskınızı takın'.İnşaat alanı neme lazım bir tuğla düşer belki başa ,yarılacak taş da değil ki baştan başa... ki zira vuran da bari olsa Osman Paşa heyhat !

Geçenlerde baya bi geçenler de bir yazı okumuştum kadınlarımzın eski elbiseleriyle alakalı,İlginç tespitler vardı ora İskender Pala'dan tek bir söz de yetti bana.Mealen 'salık yürünüşlü hanfendiler yerine ,yere pat pat basan kızlar türedi'die.Evet yere pat pat basanlar türedi bu açık ama bu seslere ,kapı gıcırtısında oynayan Roman'lara benzer entel ifadelerde ender rastlanacak maskelerle mutant erkelerde türedi demeden geçilemezdi.

Kısaca tozlarında anlatılan duvarları cilalayıp sundular bizlere Akif'in nesline bıraktığı anahtardaki tek dişe,Atatürk'ün medeniyet vecizeleri asılıp kalıverdi ardından okul duvarlarına ,gördüysek okuduk,kompozisyon da sorulduyla 'büyük ,ulu önder...die geçiştireverdik.Hepimiz gözleride sulanıverdi Çanakkale denince...Ne de gurur duyduk manşetlerde yazılınca 'şu çılgın Türkler'diye.O gözyaşları içinde getirilen Kutsal emanetlere kör oluverdik,O Osmanlı'ya söver bile olduk hanii.Göremedik ki tespit edenleri,Bati bizden bir evlat aldı bizde batıya gebe...diyenleri.Şimdi büyüdu o evlat ! ve eskisinden daha da musallat ve eskisinden daha da güçlü... Çünkü biz verdik ona eğitimi,edebi,sistemi.Ama biz bakarken kalıplarına dışından külliyelerin o içinde emzirildi kültürüyle,yoğruldu kendi mayasıyla ,Biz her sabah horoz gibi öterken tek dişi kalmış die ,o melezledi iki farklı çeşmeden akanla...
Sonuç hüsran elbet,kadın haklarımızı bile onların hukuğundan almışken -ki onlarsa bizimkileri yorumlamışken,tabi uygularız tadı bi ara damağımızdaydı ne de olsa...Onlar bizden edebi,haya yı çaldı kendine uyarladı ,bizde edebsizliği alıp bir bardak suya bir damla da olsa mürekkep misali damlattık,sıra da damıtılıp kullanması var.Bura da da ne eskiye dönebiliriz nede hazır paket devam edebiliriz yapacak tek şey yeis den kurtulup çimento bulmakta, o suyu içmektense çimentoya döküp ,bizi tutacak harcı özümsemekte.

Ne yalan söyliyim çılgın Türkleriz evet.Evet ama bu çılgınlığımız Feth-i İstanbul için yapılan yağlı kızaklardan gelsin,giden bir ruh için geri döndürmeye değil.

Herşeyin Tadı

herşeyin bir tadıydı bu tatsızlık,ömrümün virane kaldırımların dan saray yavrusu yalnızlıklarına taş atan deliler gibi...bir yanı hep maviydi ,göklere aşık ve bir yani faniydi zaten doksan yaşında dopdonuk...

iç cidarlarına yapışmayıp da bana silkelenmek bile bırakmayan yalnızlık...mevsimlerimde hep sonbahara aşık, yalnızlık...

kabul olan bedduam hayatıma , adı yalnızlık ...nefesi kokan açlık gibi ucubeydi beynimde ama çepe çevre lanette olsa,bana bir ikilemdi ,çözülmeyi hiç beklemeyen...ve çözülemeyen.ne kadar olsa da amaçsızdı,ne bir faide ne bir zarar vermedi,veresiye çalışıyordu hep bir gün ödersin gibi...ödenmeyeceğini bildiği için...ve ödenemediği için .

Onun kanaati benim yaramdı,benim kremlerin onun tetikleyici bir diğeri için merdiven basamağı idi.Yalnızlık buram buram kendi dolu ve kendi gibi yaşayabilen ,kendi gibi nefes alabilen tek işlevimdi.doğrusuda olmadı hiç ve her yalnışımdan bir zevk aldı...her zevkimden de kendine pay...

Temmuz 10, 2009

Bir Ben Yaşa

Saf dışıyım ,bedenim çürükler içinde,küçük kurtçuklara yem sunmaktayım.Saf dışıyım,kehanetlere kapanmış bulutlar ,sarmal yapısıyla tüm soğukluğunda insalık...Sahur vaktindeyim,kendimden bir çok uzaklık brimlerince.

Küçük dağıma çıktım bu sabah,düşsel ovama 'yığınla kabus yağmış' dediler,diye,yığınla kalabalık gördüm ,bedenleri başka bedenlerde...yığınla sen gördüm aynalarımda,kabus diye uyandırdılar beni, sabahlamadan gece.

Boğulmak istedim yine,becerebilmek önemli miydi sence ?Bir ben yaratmayı dene önce,bir ben gör bakalım düşün de,bir ben yaşa bakalım düşüncelerinde.

'' Sınıf geç benden''Düşünme öyle sadeceSayısal bir göç kur hücrelerine ve çarp her birini kendinle,Yığınla sen gör aynaların da,yığınla sığlık ta kalınca '' sınıf geç benden'',Delilikte anlamakla,Hiç boşa ağlama ve sadece söyle,kaç gece geçti bekleyen ölüme ?

Temmuz 09, 2009

Saygı,Sevgi ve Aşk

...ve sinir nöronları iletir ,her bir hücreye aktifliği,hormonlar hiç olmadığı kadar hızlanmıştır artık.Dur duraksız dağılır tüm coğrafyana,mevsimler den kış ortası yaz meyveleri ni hatırlatan tadlar sunar.Acizlikten tüm kanın çekilir belki, ve bir kuş kadar hafifsindir artık,boşluklu mumyanda.Tanrı son heceyi de koyar tüm dillere 'aşk' diye.


...tüm renkler ,gölgeye kaçar kirlenmekten korkarak,kirlenmek ten değil aslında sevişmekten birbiriyle.Çünkü artık Tanrı'nın son lafzıdır bu ,sevişerek kanatılmayacak kadar şeffaf,yaşaması için özen isteyen şakayıklar kadar narin...İnsanoğluna en yakın ama ,hep uzağın da kaldığıdır.Fazla yaşayamayacak kadar hastadır o , öldürelemeyecek kadar da karar lı dır aslında,ve zaten dillere Tanrı en son eklemiştir belki de bu kelimeyi,tüm kelimelerle anlatılabilsin diye.Tüm kelimelerde hayat bulsun diye.


Saygı dan almıştır tohumunu,sevgi annelik yaparak sunmuştur,kurak dünyaya.Ne mucizelere gebe olmuştur bu yüzden ve ne katliamlara davetiye...Anne ve babaya duyulmayan ilgisiliktendir aslında bu çelişkiler.Zira ne aşk olabilirir ,saygısız bir sevgiden , ne de saygıyı,sevgiyi tanımlar cümleler ,içinde aşkı barındırmadan.
İşi bitince giden gaddar Romeo'lar,kapana sıkılmaktan zevk alan Juliet'lerden°(1) sıkılan aşk,devri yalnız açmış ve yalnız kapatmaktadır artık.Ne kadar geç kaldığımız,ne kadar sonraya bıraktıklarımızı düşünerek bulunabilecek kadar kolay matemetikte gizlidir aslında.Başka vadide ailesiyle mutlumudur bilinmez aşk,çünkü biliyorum ki ister , O'da nefes almak bir beden de.Farklı bir pencereden ,aslında hiç de soyutlamadan ,tüm doğallığımızla bakarak dünyaya,geri çağırsak henüz daha ölmeden ,koşarak gelecektir bize,bence vakit de var daha .Ve dua etsek inançlarımız her ne olsada ' Ey aşk ,enginliğinle tekrar doğ içime '.Yağmur gibi yağsa kurak bedenlere,çatlamış ruhlara,heva heves ,mahrumiyet,mahremiyet,samimilik ruhunu kaybetmiş düşlere.Ya akıntısıyla sel gibi alıp gitse aramızdan şuursuzları,aşka kurşun atanları,ya da verse tekrar kalbine zemheri soğuğunda kırk dereceyle yanacak kalpleri...


Ey aşk doğ bir kez daha güneş gibi kalbimize,doğ bir kez daha rahmini talan eden saygıyla,doğ bir kez daha acı da bulunabilecek en tatlı şefkat olan ananın kollarına sevgiyle.Doğ bir kez daha ,hala delicesine ,seni bekleyenlere.Ey aşk ,ve bir daha bırakma kendi perişanlığımızla başbaşa.Doğ bir kez daha ,yangın ortasında ,göğün çehresinden rahmet bulutlarınla.

İsmail ARIK (Editör)
Paylaş